Bir iş gezisi sebebiyle geçtiğimiz hafta Hatay’daydım. Daha önce hiç Hatay’da bulunma fırsatım olmamıştı. Kahramanmaraş depremlerinden önce o hep bahsedilen büyülü Hatay’ı hiç göremedim. Medeniyetlerin beşiği, halkların şehri, dinlerin ve birbirinden farklı kültürlerin beraber ve kardeşçe yaşadığı Hatay’ı... Bugün en azından, birbirini kardeş bilen halklar bakımından çok farklı değildi. Ancak o geçmişteki şehre dokunmadan, o şehri görmeden, o şehri gezmeden, yıkımın medeniyete, halklara ve Hatay’ı var eden bütün kümülatif toplumsal değerlere ne denli zarar verdiğini gördüm. Herhangi bir konuda yetkin olduğumdan değil bu söylemim; görebildiğim kadarıyla artık Hatay’ın sadece adı Hatay’dı.
İskenderun’dan İlk İzlenimler: Yıkımın Sessiz Çığlığı
İş için yıkımın en az olduğu yere, İskenderun’a indim. Depremin verdiği zararı, toplumsal yapıyı nasıl dönüştürüp etkilediğini daha ilk andan, adım attığım anda fark ettim. Yıkılan sadece binalar, kaybedilen sadece canlar değilmiş. İnsanların yüzlerindeki keder, üzüntü, çekilen acılar ve yalnızlık... Hatay halkları kaderine, yalnızlığa terk edilmiş. Daha önce depremin yıkımıyla tanışmamıştım. Antakya’ya doğru hareket ettiğimde, zihnim yaşananların ciddiyetini algılayamadı. Üzerinden iki sene geçmesine rağmen, depremde yaşanan her olayı an be an takip edip üzerine okumalar yapmama rağmen, zihnim gördüklerimi kabullenemedi. Televizyonda ya da sosyal medyada gördüğümüz, bizleri kedere boğan, toplumsal ve kitlesel bir hareket başlattığımız; gönüllülerin aş dağıtmaya, enkazlarda hayat kurtarmaya çalıştığı Hatay, -özellikle Antakya- hâlâ deprem anından farksız değil. Kimi zaman göz alabildiğince moloz... Sosyal hayat yıkılmış şehirde, keder ve sefaletle de olsa sürmekte.
Konteyner Kentlerde Hayat: Hikâyelerin İzinde
Hatay’da konteyner kentlerdeki hikâyeleri anlatmak, belgesel çalışmaları için bu kentlere gitmek ve halkla görüşmek istedim. Konteyner kentlerde depremin acılarını hâlâ sarmaya çalışan, daha doğrusu hayatta kalmaya çalışan insanların sorunlarına, söylemek istediklerine ses olmaya çalıştım. Bu sebeple bulabildiğim en yakın konteyner kentleri birer birer gezdim. Ne yazık ki bu alanlarda yasal olarak bir şeyler çekmek çok güç, hatta varlığınızı bir tehdit olarak görürlerse sizi atma yetkisine sahipler. Devlet tarafından atanmış AFAD heyetleri hiçbir şeye müsaade etmiyor. Bırakın çekim yapmayı, iki üç sokak gezseniz bile kimi zaman çalışan, ama genellikle çalışmayan kamera güvenlik sistemleri sizi tespit ediyor ve kapı dışarı ediliyorsunuz. İşin garip yanı, bu kadar ciddi (!) olan güvenlik tedbirlerine rağmen konteyner kent sakinlerinin en büyük derdi hırsızlık.
Kaçak bir şekilde tellerden atlayarak kör bir noktadan içeriye girdim tekrardan. Gözüme ilk çarpan şey, bir teyzenin kavurma sattığı “Kavurmacı Bilal’in Yeri” oldu. Küçük, derme çatma ahşaptan inşa edilmiş, tepesine muşamba atılmış, nereden baksanız üç metrekarelik bir alan; Teyzemiz elleriyle inşa ettiği bu alanda kavurma ezmesi satıyor. Görünce sohbet ettik, anlattım derdimi. Sonra dert anlatma sırası ona geldi. Evlatları Hatay’daymış, kendisi ise Mersin’deymiş. Üç erkek evladı bugün cezaevinde. Mardinliymiş. Gelini ve torunlarıyla beraber yaşıyormuş. Geçimini konteyner kentte, 60 TL’ye ekmek arası kavurma satarak kazanıyormuş. “Başımızda adam kalmadı, ben torunlarıma bakıyorum onlar da bana sahip çıkıyor” dedi. Yaşı var ama yüzü kederden buruşmuş. Çocukları için hukuk mücadelesi veriyormuş. “İhtiyaçlarımı ancak karşılıyorum bu işten” diyor. Daha önce avukatın fenasına denk gelmiş. Biriktirdiği parayı alıp yüzüstü bırakmışlar teyzemizi. Başlıyor anlatmaya konteyner kenti. Yedi aydır herhangi bir hizmet, yardım almıyorlarmış devletten. “Türkiye bizi unuttu. Devlet sırtını döndü. Depremde de yalnızdık, bugün de yalnızız” diyor. Şehri toparlama çabalarıyla altyapıyı onarırken daha da beter etmişler mahalleyi, konteyner kenti lağım suları basmış. Çocukların top oynadığı çakıl alan kanalizasyon suyuyla dolmuş. Hatta torunlarından biri bu atık su birikintisine düşmüş oynarken, ilk anda müdahale etmişler tabii, kent sakinleri... Ancak bugün hâlâ kanalizasyon suyu sorunu çözülmemiş, devletin atadığı AFAD sorumluları uğramıyormuş bile kente. Kendi sorunlarına kendileri kolektif bir biçimde çözüm üretmeye çalışıyorlarmış. Birçok konteynerin zemini hâlâ alıyormuş bu pis ve hastalıklı suyu. Ahşap giydirmeler şişiyor, pis kokuyormuş. Bir de bitmek bilmeyen hastalık kol geziyormuş kentte. “İnsanca yaşamıyoruz ne zamandır, ama depremin öldürmediği bizleri bu pis sudan yayılan hastalık öldürecek” diyor ağlayarak. Tek derdi bu da değil. Depremde evlatlarının evi yıkılmış. Kiradalarmış ayrıca. Depremden önce iki bin, üç bin olan kiralar bugün en aşağı on beş binden başlıyormuş. “Altmış liraya sattığım ekmekle nasıl kiraya çıkayım” diyor teyzemiz. Deprem konutları sadece mülk sahiplerine yapılıyormuş Hatay’da. Kiracıysan yerin yokmuş artık, fırsatçılar hakeza her yerdeler. “Depremin ertesi günü kalan evlerin kirası bile fırladı” diyor. “Canımızı mı verelim, ne yapalım?” diyor feryat ederek.
Çocukların Dünyası: Oyun, Dert ve Hayaller
Arkasından çocuklara gittim, onların derdine de yer vereyim dedim belgeselde. Çocukların talebi net: Ev ve rahat bir yatak istiyorlarmış. Bisiklet de olsun dedi biri. Harçlık biriktiriyormuş bisiklet için. Ama hep bir ağızdan topluca “Halı saha yapsın devlet bize” diyor erkek çocukları. Kızlar voleybol sahası, içlerinden Zeynep ise kocaman bir Barbie evi istiyor. O yönetse burayı, çocukların çakıl top sahasına Barbie evi yapacak, erkekler için arabalar dizecekmiş. Bu Barbie evi bütün konteynerlerden büyük, arabalarsa kırmızı ve pahalı olacakmış. Oradan Osman atladı hemen söze: “Bak bacaklarıma abi” diye. Yara bere içinde, kabuk tutan yaralar tekrar soyulmuş. “Top oynayalım istiyoruz burada, babam bize kale yaptı, plastik boru, inşaat demiri ve balık ağıyla” diye. Ama kocaman kale olsun istiyoruz, “Kaleci oyuncu olmak istemiyorum, kaleci olmak istiyorum ben” diyor. Okulda beton sahaları varmış ama orada da depremzedeler kalıyormuş. “Sürekli acıyor bacaklarımız, yırtılıyor ayakkabılarımız” dedi. “Eskiden top ve ayakkabı gönderiyorlardı, artık bir şey de gelmiyor bize” dedi. Babasıyla tanışmak için, “Kaleleri yapan babandı değil mi?” dedim ona. “Evet abi” dedi beni babasının yanına götürdü..
Yıkımın Ardında Bir Baba: Ertuğrul Abi’nin Hikâyesi
Ertuğrul abi, geçmişte siyasi çalışmalar yürütmüş, sesinin duyulmasını ve görüntüsünü kaydetmeme müsaade etmedi ancak çaya davet etti beni. Hatay’dan milletvekili adayı olmuş, ancak seçilememiş. Depremde kızını ve eşini kaybetmiş. Hayata tutunma mücadelesini bir oğlu, bir de kendisi veriyormuş artık. İlk iki gün çıkamamışlar enkazdan. Anlattığına göre en üst katta yaşıyorlarmış. Eşi ve kızını kaybetmesinin sebebi deprem değil, ihmalmiş. Alanda görevli inşaat makineleri molozları kaldırıyormuş, depremzedelere ulaşmak için. Kaldırdıktan sonra da dikkatsizce kepçenin ağzından bırakmışlar molozları geri. O sırada şiddetle düşen ağırlık, hayat üçgeni oluşturan kolonu kırmış. Kurtarılmayı bekleyen eşi ve kızı da bu şekilde can vermiş. Gözyaşlarını tutamıyor, küfürler savuruyor o kepçeyi kullanana da görevlendirene de... “O kepçe atmasaydı o molozları, belki de eşim burada olacaktı” diyor bana. Birlikte ağlıyoruz, hıçkıra hıçkıra. Oğlu hâlâ anlayamamış annesinin de kardeşinin de can verişini. Hukuki mücadele vermeye çalışmış, önce ihmal için, sonra da yanlış kesildiğini düşündüğü kolonlar için. Ama nafile. Kepçe için yetersiz delil, müteahhit için ise sadece 1 yıl 4 ay. İçim el vermiyor Ertuğrul abiye konteyner kentle ilgili soru sormaya, yarasını daha da deşecekmişim gibi geliyor. O bu sırada çayını yudumluyor, top oynayan çocuklara bakarak. Bense sessizce yere bakıyorum. “Gel, seni gezdireyim biraz kentte” diyor, yürüyoruz bir süre. En sonunda cesaretlenip bozuyorum sessizliği. “Yaşam nasıl burada?” diye... Bitmek bilmeyen böcek probleminden bahsediyor. Güya bir ara gelmişler ilaçlamaya kaymakamlık talebiyle ama hiçbir işe yaramamış. Hatta bazıları “kullandıklarından kimyasallardan mıdır bilmem ama ilaçlamadan beri buraları hep hamam böceği bastı” diyor. Kimileriyse çözülmeyen kanalizasyon sıkıntısına bağlıyormuş bu konuyu. Sürekli böcek basıyormuş ortalığı. “Can sıkıntısı bir yana, insanca yaşamak bir yana, korkuyorum evladımın sağlığına bir zarar gelecek diye. Pislik taşıyordur bu böcekler” diyor. Ne yapsak bilemedik artık diyor. Hak sahibiymiş, evinin bitmesini bekliyormuş ama dayanamıyorum artık diyor. O sırada AFAD tarafından güvenliği sağlaması için görevlendirilen bekçilere denk geliyoruz. “Senin ne işin var, çık dışarı” bana sesleniyorlar. Yasal işlem başlatacaklarmış çıkmazsam. Yasal işlem ya, güvenliği tehdit ediyormuşum ben durduğum yerde. Hiç farkında bile değiller ne olup bittiğinin. En küçük problem benim onların için. İnsanlar sağlığından oluyor burada kime ne anlatıyorsun ki. Ertuğrul abi, “Yeğenim benim” diyor. “Ben misafir ediyorum, size ne?” Şöyle böyle konuşurken, ne oluyor diye merak eden çevredeki insanlar geliyor yanımıza, mevzuyu dinledikçe sahipleniyorlar beni. Belki de nefret ediyorlar bekçiden de AFAD’dan da. En son baskıya dayanamayıp bırakıyorlar yakamı. Yine de “başınıza iş açmayayım abi, dert olmayayım size.” Diyorum. “Akşam yemeğini ye gidersin,” diyorlar bana, o yokluğun ve mücadelenin içinde kapı kapı ağırlıyorlar beni. Çiçek abla tandırda ekmek, teyzem kavurma ezmesi, biraz zeytin, bir konteynerden köfte derken yediriyorlar, içiriyorlar beni. Bir konteynerde ne pişerse çevreye ikram ediliyormuş burada. Her sofra da dayanışma, her elden farklı bir emek ürünüyle tam bir yeryüzü sofrasına dönüşüyor olduğum yer. Gün sonunda yola koyulurken, teyzenin gelini de bir turşu bidonuyla ‘kömbe’ tutuşturuyor elime. “Kaldığın yerde yersin” diye.
Kapalı Kapılar: Konteyner Kentlerde Erişim Mücadelesi
Ertesi gün, bir başka konteyner kente gidiyorum. Bu sefer kapıda polis var. Kamu emekçilerinin ve polislerin kaldığı bir kentmiş burası. Sokmuyorlar beni içeriye. Ancak kaymakamlık izniyle giriş yapılabiliyormuş buraya. Bu sefer bir önceki seferden farklı korunuyor. Atlanamayacak tellerle koruyorlar bu kenti. Yakınında bulunan camiye gidiyorum ben de. İçeri giremiyorsak, dışarı çıkanla konuşuruz belki diye. İşe de yarıyor açıkçası. Öğle namazına kadar bekliyorum bahçesinde, namaz vaktinin peşine bir kamu emekçisiyle tanışıyorum: Erkut abi. Kısa bir tanışma faslından sonra Anlatmaya başlıyor o da; depremde enkazda kalmış, ayağı sıkışmış molozun altında, kırılmış birçok yerinden. İlk gün çıkabilmiş yıkılmış evinden. Aceleyle devlet hastanesine gitmişler. Ancak devlet hastanesi de betermiş. Anlattığına göre hastanenin ek binası yerle bir olmuş. “O kadar ceset vardı ki, ayağımın acısını unuttum korkudan” diyor. “O kadar insanı ne koyacak mezar var, ne saklayacak ceset torbası demiş içinden.” Gözleri doldu anlatırken, haklı bir şekilde isyan ederek: “Bir hastane nasıl yıkılabilir, hayal edebiliyor musun?” dedi. “Nasıl akıl sır erebilir ki?” “Oğlum beni bırakıp hastaneye yardım etmeye koştu.” Yardıma giden oğluna ceset torbası nerede bulabiliriz diye sormuşlar. “Bir depremde yıkılmaması gereken en önemli yer hastane değil mi? Yarası olan, acısı olan hastaneye gidecek; nasıl bir iş bilmezlik, nasıl bir ihmalkârlık, halkına düşman bunlar,” dedi. Hastaneye yardım almaya giden, enkaza yardım ediyormuş. “Ateş yakmışlar birçok yerde, hava çok soğuktu, yağmur yağıyordu, birbirimize sarılarak ısınmaya çalıştık bütün gece” dedi. O günden beri hastaneye gitmeye korkuyor, kapalı alana girmeye çekiniyormuş. “Ben ev sahibi olmak istemiyorum. Konteynerin en azından içinden çıkması kolay, başına yıkılmaz” diyor. “Bugün bu hastaneyi inşa eden devlete mi güveneceğiz, yoksa malzemeden çalan müteahhite mi?” diye ekliyor..
İstanbul’dan geldiğimi öğrenince devam ediyor. “İstanbul katliam olacak, buranın nüfusu depremden önce bir milyondu, orası yirmi milyon” “Farkında değilsiniz olacakların, anlayamıyor, algılayamıyorsunuz” diyor. “İlhak edecekler bu coğrafyayı” diye devam ediyor sözlerine.
Erkut abiler, depremden birkaç gün sonra gelen MSC Grup’un gemisinde kalmışlar. Konteyner kentler kurulana kadar, bu süre zarfında medyada şişire şişire anlatılan gemide sabah akşam çorba veriyorlardı bize diyor. Yalvarıyor, yakarıyorlarmış. “Çocuklara, yaşlılara başka gıda gerekir, yetersiz besleniyorlar” diye. “Biz gene idare ederiz çorbayla, amacımız her gün farklı yiyelim değil ya” “Çocuklarımıza protein lazım, karbonhidrat lazım, nasıl olacak bu iş?” Birkaç kez Adana kebaplar, ciğer şişler çıkmış yemek olarak. Hatta ilk gördüklerinde inanamamışlar. Arkasından yandaş medyanın kameraları gelince olayı kavramışlar. Bir diğer günse BBC gelmiş çekime. Onların çekim olacağı günler çorba çıkmıyormuş mesela. “Bunların işi gücü gösteriş, tüm Türkiye devlet bize bakıyor sanıyor ama yetersiz beslenmeden hasta oluyor, hastalıktan kırılıyorduk,” diyor. “Ama işin kötüsü muhtaçsın. Yağmurda, soğukta ısınmaya çalışmaktansa kuru bir yerimiz vardı yatacak” diyor.
Tekrar giriyor İstanbul meselesine. “Bireysel olarak hiçbir şey yapamazsınız. Birleşin. Kitlesel olarak hareket edin” diyor. “Kentsel dönüşüm rant kapısı olmasın, devlet kira yardımları yapsın” diyor. “İstanbul düşerse Türkiye düşer, bir şeyler yapmanız lazım” diye ekliyor, sonra vedalaşmaya başlıyoruz. “Bu konteyner kente giremezsin, sokmazlar. Buraya girmek için özel belge gerekiyor” dedikten sonra ban başka bir konteyner kentin adresini veriyor. Ben de oraya doğru yola koyuluyorum..
Barınma Krizi ve Yaşamın Kırılganlığı
Sıradaki durağım İskenderun Teknik Üniversitesi’nin arka bahçesinde kurulmuş olan konteyner kent oluyor. Burası diğerlerine göre daha büyük. Şartlarsa daha iyi. Ancak buranın da kendisine göre lokal dertleri var. Hatta belki de en kritik sorun burada. TOKİ inşaat yaptıkça baskı görüyormuş buranın kentlileri. Evler bitti, çıkma vakti yakındır diye. Turizm emekçisi Ahmet abiye göre yedi-sekiz aya tahliye edilecekmiş bu kent. Gruplarda bunu ima eden mesajlar atılıyor, buranın AFAD komitesi resmi olmayan açıklamalarda bulunuyormuş. Hak sahiplerinin yerleşecek evleri var, ancak kirada kalanlar ne yapacak, işte işin o kısmı meçhul. Hatay’ın en büyük problemi depremden ötürü doğal olarak konut problemi; şehrin büyük bir kısmı enkazken, kalan binaların büyük bir kısmıysa yıkılmayı bekliyor. Ahmet abi altı çocuğuyla beraber, eşinin ailesine de bakıyor. “Çalıştığım yetmiyor, atamıyorum kenara” diyor. Depremde evleri ağır hasar görmüş, ancak konut sahibi olamayacaklar. Evleri “kaçak”mış. Bundan ötürü hak sahibi de olamıyorlarmış. “Nasıl kira öderim bilmiyorum, ödesek de boğazdan ne geçecek?” diyor. “Bu kadar insanın yükünü sırtlayamıyorum, bir de işin içine kira girerse ne yapacağım ben” diyor. Depremden önce bir miktar biriktirmiş. Altın, araç, birikmiş şu bu derken, 750.000 TL’ye bir konutu satın alacakmış. 500 bin TL para çıkmış, kalan 250’yi de yavaş yavaş öderim demiş mülk sahibine. Kabul etmemiş mülk sahibi de. Kredi mi, borç mu derken alamamış evi. Depreme yakalanmışlar ailesiyle. Hemen atmışlar kendilerini dışarı. İki gün sokakta geçirmişler. Altınları ve değerli özel eşyalarını almak için evine girdiğindeyse, karşılaştığı şey yakmış yüreğini. Evini soymuşlar Ahmet abinin. Ne altınlardan eser kalmış ne de özel eşyalarından. Bununla ilgili hukuki bir mücadele çabasına girmiş ama çözüm yok. O kadar çok hırsızlık kurbanı var ki inanamazsınız. Çocuklarının oyuncaklarını bile çalmışlar. “Ev yerinde duruyor ama içi boş, malımızdan olduk, hayatımız zehir oldu, canımızı da alsınlar artık, ne yapalım” diyor. “Başka çözüm yolu yok, kentleri boşaltacaklarsa, çadırlara da izin vermezler bunlar. Ekonomi zaten o biçim. Ya intihar edeceğim ya da sokacağım hasarlı eve başımı” diyor.
“Çocuklara gelecek sunamadım, tam ev sahibi olacaktım, deprem onu da çaldı benden” derken, içindeki nefreti gözlerinden okuyabilirsiniz. “Akıl mantık işi mi hırsızlık, zaten düşmüşüz bir de tekmeyi vuruyorlar sırtımıza” diyor. “Polis, asker güya sokaktaymış. İlk dört gün çıkmadılar kışladan, depremin ikinci günü, asker sardı bazı binaları, onlarda patronların eviymiş. Bir patronun muhasebecisi, bütün parayı tutuyormuş dairesinde. Altınlar, dolarlar, nakit. Asker de bir burayı kollamış, para çıkarılana kadar. O patronlar, zenginler insan da biz neyiz? Ahırdaki eşek mi?” diyor isyan ederek. “Bütün bu devlet paranın köpeği olmuş, asker insan gözetir mi? Anca varsın gitsin paranın başında beklesinler, can kıymetsiz,” diyor. Tüm bunları gözlerinden yaşlar süzülerek anlatıyor Ahmet abi... Bu apartmandan çıkan altınlar, dolarlar hikayesine birçok kişi tanıklık etmiş. Daha sonrasında görüştüğüm kişilerden çok kez duydum. Kimin parasıdır bilmem ama gerçek olduğu aşikâr.
Fırıncı Hikmet Abi: Bir Gecede Değişen Hayat
Belki de dinlediğim, içimi en çok burkan fırıncı Hikmet abi oldu. Deprem gecesi olağan bir şekilde sabaha ekmek yetiştirmek için çıkmış evden, atlamış bisikletine. Biraz yol kat ettikten sonra, “Deprem beşik gibi salladı beni” diyor. Bisikletin üstünden düşmüş, ne olduğunu anlayamamış, “Yer yarıldı içine yutacaktı beni” diyor Hikmet abi. Düştüğü gibi evine doğru koşmaya başlamış. “Yanımda binalar yıkıldı, elektrik kabloları patladı, yangınlar sardı. Bilincimi kaybettim, korktum hatta çok korktum” diye anlattı o anları. Evinin başına geldiğindeyse enkazla karşılaşmış. “Var gücümle giriştin molozlara ama insan gücü yetmiyor ki evladım, tırnaklarımla kazıdım ama başaramadım” diyor. Enkazda, eşi ve iki çocuğu varmış. Kızı deprem anında hayatını kaybetmiş. “Soğuktan ve halsizlikten kitlendi etim, derim, kemiğim; etraftaki insanlarla ateş yakıp ısınmaya çalışmışlar.” Öğlene doğru, ancak görmüş AFAD çalışanlarını, “Yalvardım yakardım, evlatlarım burada, ne olur enkaza gelin” demiş ama dinlememişler bile Hikmet abiyi. “Etrafta ne bulursam giriştim moloz yığınına, demir borular, beton parçaları, hiçbir şey yapamadım, geceleri evlatlarımın yakarışlarıyla, acı çeken insanların feryatlarıyla bir an bile gözümü kırpmadan yardım istedim” diyor. Evlatları üç gün yaşam mücadelesi vermişler, sonunda hipotermiden dolayı hayatlarını kaybetmişler. Otopsi sonuçlarını gösteriyor bana. Yazan çok açık ve net: Donarak vefat etmişler. “Koskoca üç gün bir kişi gelip, yardım etmedi bana. Yapayalnızdım” diyor. “Devlet, AFAD, asker, polis kim varsa kaderime terk etti beni. İş makinesi çağırdım, para istediler benden. Çok talep olduğu için makinelere ücretsiz yardım etmiyorlarmış. Ne kadar isteseler verirdim evlatlarım için ama yıkılmış evimden tomar tomar parayla mı çıkacaktım, nasıl para vereyim ki ben” diyor çaresizce.
İhmaller için dava da açmış ama herhangi bir sonuç alınamamış, dava düşmüş. “Ben yıllarca bu devlete, bu millete hizmet ettim. Kızım hemşireydi, halkımın sağlığına adadı ömrünü, ne yaptım da hak ettim çaresizce beklemeyi” diyor. Üzerinden ciddi zaman geçtikten sonra, enkazdan cansız bedenlerini çıkarmış ailesinin.. “O günden sonra evlatlarımla hanımımı beraber gömmek için uğraştım. En büyük arzum, mücadelem bu oldu benim” diyor. Deprem sebebiyle oluşturulan mezarlıklardan birine gitmiş. “Cesetlerin üzerine bırakın ölülerinizi dediler. Beraber gömeceğim deyince ‘senle mi uğraşacağız’ dediler. İnsanlık nasıl öldü? Nasıl kurarlar bu cümleyi?” dedikçe ağlıyordu karşımda. Dayanamadım, “Kapatayım kaydı” dedim. “Beni duysunlar, söyleyeceklerim bitmedi” dedi bana. Çekmeye gelmişler bir kez, yayımlamamışlar dediklerini, hatta başına iş bile açmış söyledikleri.. “Almadıkları bir canım kaldı, evlatlarımı ailemi kaybedince fırında çalışmayı da bıraktım. Mücadele edecek bir şeyim kalmadı.” dedi.
Tek arzusuysa hukuken, ihmale sebep olanları yargılatmak. AFAD’sa AFAD, iş makinesiyse iş makinesi, kim çıkarsa karşıma mücadele edeceğim diyor. O da aynı konteyner kentte kalkacak mı endişesiyle ne yapacağını düşünüyor. “Benim cebime giren beş kuruş para yok, komşularım doyuruyor, el ayak oluyorlar bana. Yediriyor, içiriyor, sohbet ediyorlar. Burası olmazsa ne yapacağım bilmiyorum. Bana yetkililer mi, hayırseverler mi bilmem, kafamı sokacak bir yer bulsunlar, yaşama arzumu kaybettim, ömrümü geçirecek bir yer istiyorum. Konteyner kent kalkarsa sokakta mı yatacağım, evlatlarım gibi donacak mıyım ben de?” diyor.
Bir süre sonra açtı fotoğraflara baktık, oğlunu anlatmaya başladı, benimle yaşıtmış. “Oyun oynardı sabah akşam, bir yandan da kriptoyla uğraşıyordu, bize ev alacaktı ”diye devam ediyor. Kızıyla da çok gurur duyuyormuş. “Hemşireydi kızım, herkese yardımcı oluyordu” diyor. Sonrasında biraz sessizleşiyoruz. “Ne yapacağız ki? Elden bir şey gelmez. Sesim duyulsun, bana yardımcı olun” diyor. Bir haftadır iletişimdeyim, Çağdaş Hukukçular Derneği’ne yönlendirdim. Sesi olacağımıza, destek olacağıma söz verdim yanından ayrılırken. Sizlerin adına da söz verdim. Çünkü bilmek, öğrenmenin sorumluluğunu da peşi sıra getirir. O yüzden elimizden geleni yapacağımızdan şüphem yok.
Hatay’da Unutulanlar ve Sorumluluğumuz
Hatay’da anlattıklarıma benzer birçok hikâye duydum. Bırakın konteyner kentleri, sokakta yan yana yürüdüğünüz insanların bile çok kaybı, çok acısı var. Evet, Kahramanmaraş depremleri esnasında kamuoyu yarattık. Haberleri izledik, kıyafet, gıda ne bulursak gönderdik. Hatta birçoğumuz gönüllü olarak çalıştı. Ama Hatay’ın sadece deprem anında ve sonrasında değil, bugün de dayanışmaya, desteğe, ayağa kalkmaya ihtiyacı var. Depremden beri Hatay değişmedi belki ama Hatay beni değiştirdi diyebilirim. Orada ne devlet görevlerini eksiksiz yapar bir haldeydi ne de o sıcak dönemdeki gibi yardım ulaştırmaya çalışan insanlar vardı. Tanımadığımız, Ahmet abiler, Teyzeler, Ertuğrul abiler, Çiçek ablalar hala oradalar. Görünen o ki, başta Hatay olmak üzere depremde etkilenen her ilin örgütlenmeye, dayanışmaya ve emekle tekrardan inşa edilmeye ihtiyacı var. Hikmet abi gibi yüzlercesinin ve depremden etkilenen tüm emekçilerin, onların sorun ve davalarına omuz vermemizi bekledikleri kesin.
Burak Avcı — 30 Mayıs 2025
Red.: C. Boran